... · Hayat Gailesi

Karantina Konuşmaları: Ayrı Evlerden Yakın Sesler III

Funda Dörtkaş – Göze Orhon

“Karantina Konuşmaları” diye diye bir ayda yazışa, konuşa iyice tanıştık. Hatta dertleşecek kıvama geldik. Konuşmanın bu son bölümü de iki arkadaşın sohbeti havasında, haliyle. Biz belki kendi aramızda yazışmaya, hatta bir ihtimal mektuplaşmaya devam ederiz. Sizinle konuşmamızın son kısmını paylaşmak istiyoruz. İçinden geçtiğimiz bu acayip günlere düştüğümüz kişisel kayıtlar olsun istedik bu konuşmalar.

Funda:

Bütün günü gerek hareket vesilesi olsun gerek genel sessizlik halinden kurtulma amacı taşısın diye ev içi emeğin en kıymeti bilinmez rutinlerini yaparak geçirdim. Kendi üstümde biriken tozu almak istercesine hemen hemen her gün belirli bir plan dahilinde ifa ettiğim ev işlerinin söylediğin diğer “avuntu”ların içinde kategorik yer işgal ettiğini kabul ediyorum artık. Aynı duyguyu benimle paylaşanların olduğunu bilsem ne güzel olur doğrusu. Pek akılcı olmayan hallerde yalnız olmadığını bilmek güç veriyor bugünlerde. Veriyor mu? 

Yaklaşık iki aya yaklaşan kapatılma/kapanma hâlinin iki aşaması var sanırım. Bedeni yormak, ilki bence. Durmamak için. Kendi adıma bu “durma” eylemine bırakırsam bedenimi, çökecekmişim gibi geliyor. “Gevezelik” hususunda söylediğini ben buraya bağlıyorum. Her şeyden ve herkesten bağımsız ruhlarımız ve bedenlerimiz eskiden olmadıkları kadar birbirleriyle gevezelik ediyorlar. Evin içinde çalışırken konuşuyorlar, sokakta söyleniyorlar. Düşünen ve eyleyen varlıklar olarak hiç bu denli yorulmamıştık, ne dersin? Diğer anlamıyla, senin aksine, geveze olabileceğimiz aklımın ucuna dahi gelmedi ya da böyle görünüp görünmediğimiz. Daha yüzyüze bile gelememiş, gıyabında tanışmış, bu tanışıklık olmadan kendi hayatlarında zaten düşünen, üreten, yazan iki insanın geriye dönüp bakıldığında hatırlanacak bir yazma ediminin içinde olmasını kıymetli buluyorum. Başkalarıyla da paylaştığımıza göre, benzer hissiyatları olan tanıdığımız/tanımadığımız insanlarla ortak, küçük bir alan yaratıyoruz. Bu, mühim. Bir nevi, mesafe kıran kişisel tarihlerin sözlü çalışması. Eser Köker hocanın geçtiğimiz günlerde yayınlanan yazısındaki http://bianet.org/biamag/kadin/223109-evde-kalip-yazi-yazmak (yazının genelinin bağlamı farklı olsa da) şu cümlenin öznelerinden sadece ikisiyiz: “Bu boşluğun kenarına ilişmek için yapabildiğimiz hayali bir ortaklığa ait hissetme yollarından birine” dokunuyoruz. 

Birkaç ay önce çocuk kitapları yazarı sevgili Delal Arya şöyle bir cümlesini paylaşmıştı twitterda: “Toz” demişti; “Ne kadar güzel bir kelime. Gerçekte var olan hayali bir şey gibi. Karanlık köşelerin, eski eşyaların gizemiyle dolu. Aynı zamanda her şeyin başlangıcı.”  “Yeni hatıraların ikamesi” saydıklarımız, (maruz kaldıklarımız değil de kabul ettiklerimiz aracılığıyla diyeyim) günleri bölen meşgalelerimizi çekilebilir kılıyor. Tahammül dışı da bırakıyor olabilir. Delal’in söylediği “toz”u bu duygunun yanına iliştirmek ilk bakışta egzotik geliyor, fakat senin daha önce nitelediğin olağandışılığı kanımca genişletiyor. Gerçekte var olan ama hayali bir şey gibilik; günler, oturduğumuz ev, çıktığımız sokak, uzak durmaya çalıştığımız insanlar. Aynı zamanda her şeyin de başlangıcı. Eski/yeni, olumlu/olumsuz özniteliklerin kusurlu taraflarını işaretleyen, reddeden. Şöyle bir silsek, sabırla dolup taşan bağrımızı selâmete erdirecek bir “ikame”. Kimbilir, aradığımız, konuştuğumuz, gönlünü aldığımız, görüntüsüne küçük ekranlardan ulaşır olduklarımız belirsizliğe hâlâ mağlup olmadığımıza birer kanıt. Gördüklerimiz kadar gösterdiklerimiz de keza: kitaplıklar, sofralar, evler, odalar, eşyalar… Yeni yeni toz tutmaya başlayan bir “mahremiyet yıkımı”.  Tam buraya, bir sonraki konuşmamızda bahsederiz virgülünü koyarak, kırılma noktasını geçmeye zorlananlara son halimi görmedin deme hakkını tanıyan (kendime ve herkese tabii), kuvvet veren Cher’i bırakıyorum 🙂 )

Göze:

Sorduğun soruya yanıt vererek başlayayım: Elbette! “Akılcı olmadığını bildiğin hallerde yalnız olmadığını bilmek” insana elbette güç veriyor. Çalışma odasıyla salon arasında yürümeye ihtimal ki, Ayfer Tunç’tan önce başlamıştım ama o da aynı şeyi yaptığını söyleyince bir başka şevk edindim, ne yalan söyleyeyim (Yeri gelmişken bu lezzetli sohbeti de şuraya bırakıvereyim: https://open.spotify.com/episode/1XLZ6lmhiMbaFEvAalN6IM?si=wfb5aSpnQAijSkqG43WfpQ). Ya da evvelce aşırı rasyonel biçimde örgütlenmiş bir gündelik hayatım olduğundan, şimdilerde yadırgadığım biçimde birkaç saat uzanıp anlamsız biçimde tavana bakmanın olağan olduğunu söyleyenlerden destek almıyorum diyemem. Daha “marjinal” şeyler de var. Evde kendi kendine dans ettiğini bildiğim iki arkadaşımın varlığı, beni ekseriyetle geceleri gelen bu deli işi uğraşımda daha bir özgüvenli kıldı. Hep birlikte delirmenin coşkusu olmalı bu. 

Tanışmıyoruz falan ama, tanışmanın da yeni bir biçimini bulduk bence. Yaklaşık iki haftadır yazışıyoruz. “O telefon konuşması” bir milat olarak epey geride kaldı. Sadece zamansal olarak değil, duygusu, kestirilemezliği, bilinmezliği itibarıyla da. “Duygusu”ndan iki türlü şeyi kastediyorum. Salgınla ilgili derin bir dehşet duygusu hakimdi bundan iki hafta önce bana da, çevremdeki insanlara da; hatta bence o geceki konuşmamıza da. Şu sıralar daha sakinim, sakiniz. Bugünkü görece sükûnetim sayesinde idrak ediyorum o dehşet duygusunu elbette. Diğeri ise, saf, dümdüz, birbirini hiç tanımama haliyle gelen duygular. Yeni bir dil öğrenir gibi okuyordum yazdıklarını. Şimdi daha kolay sızabiliyorum anlattıklarına. Konuştuklarımız da değişti; onun da etkisi var tabi. Hatta belki sohbet tavını buldu. Yanı sıra, iki haftadır düzenli biçimde yaptığım tek şey sana yazmak oldu. Bunun dışında neyi düzene oturtmaya çalıştıysam olmadı. Pes ettim; bu yeni ritme teslim oldum, dedim ya. “Gevezelik etmek”le ilgili oldum olası kaygı duyarım; kendimden önceki nesillerin entelektiyle büyüdüğüm için sanırım, ölçülü olmak iliklerime işlemiş; sözün fazlasını bile israftan sayarım. Bu modası geçmiş kaygım bir yana, aslında sana müteşekkirim. “Beraber bir şey yazalım” dediğin ve bu sayede günaşırı bu masanın başına başka türlü bir hevesle oturmamı sağladığın için. Var ol. Madem andık, söylemeden geçemeyeceğim: O zaman Eser Hoca’nın öğrencisi olma şansına sahip olmuş, merak zehriyle biraz onun fakültedeki odasında tanışmış (ve bir tek ben değilim, çok iyi biliyorum!), anlattığı olağanüstü derslerin notlarını ve hatta notlarının notlarını hala saklayan biri olarak, onun diliyle söylersem, bu “hayali ortaklığı” benimle paylaştığın ve dahi yarattığın için teşekkür ederim.  

Ben hiç toz göremiyorum Funda! Neden?! Her şey aşırı ışıklı, fazlasıyla parlak, yer yer çiğ ve çok yeni görünüyor gözüme. Maske beyazı, eldiven plastiği, haberde ekran parlaklığı, hiç kirlenmeyen ev, gıcır gıcır gıda ambalajı, köpüklü el. Başta biraz bellek, nostalji, geçmiş falan gibi şeylerden söz etmişken de, bu aşırı pırıltılı imgelem ironik tabi. Ve yeni, çok yeni. Hafta sonu mahallede ekmek dağıtan arabalar, mahalle fırınının önündeki yüz metrelik sıra, “mesafeli” gördüğün, üç metre arayla yürüdüğün dostunla bile hem bağıra çağıra hem acele acele konuşmak, balkondaki çilekler, boş yollar, olmayan trafik, dikkatli şoförler falan filan. 

Giderayak, “mahremiyet yıkımı” demişsin. Düşündüm, bulamadım. Mahremiyet yıkımı mı, yeni bir tür mahremiyetin doğuşuna mı tanıklık ediyoruz, bilemedim. Bunu düşüneceğim.   

(Madem her şey çok yeni, en azından şarkım biraz tozlu olsun dedim – kendisi değil, sözleri)


Funda:

Evvela her şeyi yeni ve ışıklı görmediğimi söyleyerek başlayayım. Son iki gündür hatta, sanki bizi evin içinde unuttular, unutanlar hayata geri döndüler de biz kendi görüş sahamızdan çıkamıyoruz, pencere önü çiçekleri misali karşıdan karşıya birbirimize bakıyormuşuz gibi hissediyorum. Dışarı çıkarken takmak zorunda olduğumuz maskenin dahi bedenime müdahalesini, rıza göstererek kabul ettiğim tahakkümünü, bana sadece kısıtlı bir görüş imkânı tanıyan kapsayıcılığını, varlığımı diğerine daha da yabancı kılan mesafesini, beden diline yönelik sınırlayıcılığını ihtiyatlı buluyorum. Kendimi beyazlıktan ziyade, dışarının kirinden, tozundan arınmaya çalışan, bir çerçeve içinde kalmış “ben”den ayrı bir varlık olarak görüyorum. Hangi köpük bu duygumu geri dönüşsüz biçimde arındırabilir ki 🙂 Velhasıl bendeki pırıltılı imgelem, biraz münzevi, asabi pırıltılık. Ancak bununla bir yandan eğleniyorum (ironik tabii) da. Bu noktada birkaç konuşma öncesinde söz ettiğim baş etme pratiğiyle ilişkilendirebileceğimiz duygu politikalarımız işin içine giriyor sanırım. Yenilik (daha da genişletirsek öncesinden kopuşla farklılık) dediğimiz şeyin normal saydığımızla ufak değiş tokuş ilişkisi, jest değişikliği var kanımca. Toz meselesinden kastım da buydu aslında. Toplumsal veya bireysel mânâda henüz anlamlandıramadıklarımızı azimle yok etmeye çalışarak, (senin deyişinle yenilenen gibi gördüğümüz) daha makul, daha iyi hissettirecek bahaneler yaratarak ikame etme. Bir vaziyet karşısında, (ki bizim konuşmaya başladığımız günlerden bu yana mahiyeti dönüştü) ilk günlerde yüksek dozlu korku ve kaygı karşısında diyebiliriz, bir şey yapmadan/yapamadan beklemenin getirdiği zorunlulukla o kendine özgü yaşamda kalma güdüsü, salgına sebep olan virüse yönelik olmaktan çıkıp konum alma hızımızla uyumsuz hale geldi. Böyle hissetmeme içinde yaşadığımız ülkede salgın başladığı andan itibaren bir felaket karşısında kolektif eylem dizisine uyumlanamama davranışı yol açıyor olabilir. Senin yeni bir tür mahremiyet doğuşu benim olan mahremiyetin yıkımı olarak adlandırdığım da buradan besleniyor. Her şeyi görünür kılarak diğerlerinin görmesiyle kendi kimlik, tanım ve ögeler kümesini oluşturma. Karşılaştığı durumla mücadele etmenin çaresini, bu duruma sebep olan diğer öncülleri bazen gözden kaçırarak bazen görmezden gelerek bulma. Evler, sofralar, yüzler, gözler, sesler, bedenler, duygular, mesele haline gelen kitaplıklar vs. Gündelik yaşamın sunulan “görünürlükle” bedenleşmesi. Bu bence bile isteye kurguladığımız bir mahremiyet yıkımı.

(Öyleyse ne diyelim, bir saatin her dakikasını kalanını düşünmekle geçirmeyelim, hayat yaşamaktır deyip devam edelim 🙂 )

Göze:

“Işıklı”, “yeni”, “beyazlık” vs. gibi şeylerle kastettiğim pek müspet şeyler değildi bu arada. Salgının bize yeni ve ışıklı bir hayat vaat etmiyor. Belki ameliyathane ışığında falan imgesini bulabilecek kadar itici, ürkütücü ve elbette en nihayetinde tıbbi bir dizi pratiğin hayatımıza girmiş olması ve buna alışmanın hiç kolay bir şey olmadığı kastım. Hiçbir şey “yerinde” değil ve çok yeni. Marketten alıp getirdiğim şarabın balkonda işi ne? Ayakkabılarımı ve çoraplarımı neden kapının önünde çıkarıyorum? Şimdi bu tuhaf yer değiştirmeler, yeni değilse, ne? Açıkçası marketten getirdiğim gıda ambalajını deterjanla silmeye alışmaya hiç niyetim de yok. Bu kadar “arıtma” merakı, ne insan psişesinde, ne de (varsa eğer öyle bir şey) toplumların psişelerinde pek hayırlı sonuçlar doğurmuyor, doğurmaz, doğurmamış zaten. “Dışarı”dan da bu kadar ayrılmak istemem; her gün çıktığım sokak, şakalaştığım apartman görevlisi, hatrını sorduğum garson bana yaşadığımı hissettiren şey. Ben dışarının bir parçasıyım. Şimdilerde “enfekte” de olsa, sokaktaki gümbür gümbür akışın parçasıyım. Bu akışın kimi ögeleriyle mesafelerimizin değişeceğini biliyorum ama bunun içinde olmaktan vazgeçmeyeceğim, vazgeçmeyeceğiz. Yeri gelmişken, 1 Mayıs akşamı balkonda olmanın bana zerre iyi hissettirmemiş olmasının sebebi de yine bu vazgeçmeme durumu olmalı. 

“Mahremiyet yıkımı”ndan neyi kastettiğini şimdi anladım. Ama galiba farklı… nasıl desem… farklı meşreplerimiz var meselelere bakarken ki bu konuşmayı benim açımdan bu kadar zevkli hale getiren de bu oldu belki biraz da. Belki kanıma karışmış sosyoloji zehrinden, belki etkileşimci sosyolojiye olan derin sevgimden, belki de epey iyimser bir insan olduğumdan, bilmiyorum ama, insanların bu kendilerini gösterme, yayınlama, görünür kılma, duygularını boca etme hali karşısında, benim aklıma ilkin tek bir soru düşüyor: Ya ne olacaktı? Yani, tüm bunlara bakarken, bendeki terim “mahremiyetin yıkımı” değil de, uyumlanmaya meyyal insan canlısının kendine yeni bir sembolik düzen yaratması, mesela. Yani, salgından önceki hayatında kendini kemik gözlükleri ya da konuşurken sık sık bir düşünürü anmasıyla ifade eden insanın, salgından sonra da bir kütüphanenin önünden konuşmasından daha doğal ne olabilir ki? Elbette kendini ifade etmek için yeni bir dil kuracak. Bu dil görsel dizge içindeyse, kütüphanenin önünden canlı yayın yapacak. (Çok vakıf olmamakla birlikte, Twitter’daki çok da anlam veremediğim kitaplık tartışmasında bana esas ürkütücü gelen yan, çoktur bir salgına dönüşmüş olan anti-entelektüalizm ve sinizm ama tabi bundan bahsederek konumuzu dağıtmayacağım.) Öncesinde giydiği gömlekle, gittiği mekanla, sosyal bağlarıyla kendini ifade eden insan, ev denilen özel (kamusal olmayan anlamında) cenderenin içine sıkıştırıldığında da, kamusal olmanın bir yolunu bulacak tabi ki. Beğenelim, beğenmeyelim; ekmek yapacak, izlediği diziyi paylaşacak ya da entelektüelleri aşağılayacak ama kendini ifade etmenin, “ben buyum” demesini olanaklı kılan bir sembol dünyasının içinde olmanın bir yolunu bulacak. Kimdi o, Cassirer’di galiba, “insan dediğin sembolik hayvandır” diyen. Bunun kusursuz bir örneğini izliyoruz bence. 

(Bugün yine şarkı yoktu. Sokağa çıkma yasağı hayli can sıkıcı bir şey ama sokakta yarattığı sessizlik biraz hoşuma gidiyor. O sessizliği paylaşmış olayım seninle) 


Funda:

90’lı yıllara alıp götüren bir şarkının sözleriyle giriş yapayım: “Nasıl, bırakıp bizi gitti günler geceler” Ömrümüzden bir bahar mevsimi geçip gitti. Ne aynı mevsim olacak bir sonraki karşılaştığımız ne biz aynı yaşta kalacağız. Şarkı devam edecek haliyle “Dönemem, dönemem artık geriye dönemem…” Ağırlığınca birikip üzerimize çöken haşmetli zamanın altında kaldığımız korkusuyla kalın, yığınlaşmış tortuda bulduğu boşluktan el uzatırsa, uzaktan koşup geleceklerin parmaklarının ucundaki mucizevi varlığa inanıyoruz ya da inanmak istiyoruz. İstemekle, eylemin salt eylem halini yokluğuyla tecrübe etmenin müsebbibi bir garip “arayış”. Anlama bürüme, anlamını bulursa yerine daha iyi yerleştiririz duygusu. Öncelikle 65+ yaş insanların pazar günü dört saatlik, sokağa çıkma yasağı olacak diğer yaş grupları için pencerelerden, balkonlardan seyirlik kılınacağı dışarı çıkmaları izninin ve sonrasında hafta başı gündelik hayatın “kısmi normallik” kisvesi altında riske atılacağının açıklanmasını takip eden saatlerde hissettiğim buydu. Ne eskiydi, ne yeni olacak benim aklım biraz karıştı doğrusu. Kendi hayatı üzerindeki kararları, kontrolü bir başkasının ya da başkalarının tahakkümüne bırakmaktan hoşlanan (tabiri sevmesem de “güdülmek” pek uygun düşüyor) insan yığınının arasında kalışımızın talihsizliğinden çok elli altı gündür hâlâ üzerinde durduğumuz eşiğin önü ve arkasını kestiremeyişimizin ikircikli ruh haline öfke duyuyorum. Haliyle korku, kaygı yerini daha sağlam, eğilip bükülmez bir duyguya bırakmış oluyor. Madem yeni, kısıtlı bir özgürlük vaadiyle karşı karşıyayız şimdi günlerdir konuştuklarımız da birden eskimiş mi olacak?  Bu akıl almaz, akıl yetmez hız kendimizi içinde sakladığımız evlerde, odalarda yaşamanın kalın perdesini üzerimize örten elin hikmetinden sual olunmayacak madem, bir duvarından karşıdaki duvarına varıncaya kadar geçirdiğimiz zamanı anlatabilecek kim, bu yorgunluğu? “İfade kayması” hepsi, kavram olarak bununla karşılayabiliyorum artık hem maruz kaldığımız bilgi akışını hem yaşadıklarımızı. Bu da ayrı bir sembolik düzen işte. Sevim Burak’ın Pencere öyküsünü anımsatıyor bana. Öyküdeki anlatıcının yaptığı gibi; kırmızı güllü perdenin ardından ne görebilirsek ne alabilirsek onunla yetinmenin, kendi hesabımıza denediğimiz her şeyin inanmak istemekle/istemeyişin (inkârın yani), alışmış olmanın, neden olmadığı bilinmeyenlerle, nasıl olduğu anlaşılamayanın büyüttüğü yalnız hissetmenin bir deftere çizgi olarak düşmesi, insanın sığınmak istediği bir evi, pencereyi, sokağı, odayı nasıl yaşam ve ölümle iç içe getiriyorsa yine aynı pencereden uzanıp nefes alabilmenin de başka imkânları oluyor. Şimdi imkânlar başkasının kararı hükmünde. Bir başka mahremiyet yıkımı da bu 🙂 Beden üzerinden yükselen, sayılarla ifadelenen söylem, normalleştirmeyi de aynı söylem parçalarıyla tasarlayan, zorlayarak kuran politik irade. Hepimiz için baş etmesi zor şeyler. Senin mahremiyet oluşumu, benim yıkımı olarak adlandırdığımız, lakin ortaklaştığımız “sembolik” etkileşim ve anlam arayışının kökleri böylelikle gövdelenecek kendi toprağına. Her şey bu kadar bedenleşirken, taşıdığımız bedenin ifadesizleşmesi trajik. Gizlediğimiz bir yüz, önündeki beyaz bariyerle görünmeyen gülümseme ve tınısı değişen seslerin sahibiyiz. Gösterdiklerimizin görüntüsündeki anlam arayışından ziyade esas deneyimleri es geçmeden, arzuların ve eksiklik duygusunun tatminini sağlayan “benzetim” var oluşunu sorgulamamız gerekiyor sanki. Kevin Robins’in İmaj kitabında bahsettiğini, bilinçdışı ve rasyonalite öncesi dramaların sergilendiği sahnede kaygı ve kararsızlık arasındaki salınımımızın nihai sonuçlarını biraz zaman geçip yüksek bir tepenin üstüne çıkıp bakıyormuşuz gibi yapabildiğimizde göreceğiz. O halde yine Robins’in sorduğu iki soruyla şimdilik (çok konuştum) tamamlayayım: “Bu fantazya alanının ‘içinde’ neler olacaktır? ‘Dışarıdaki’ dünya kendi gerçekliğini yitirirse ne olacaktır?”

(Yazdıklarımızın emaneti, şu gönlümüzce yaşayamadığımız baharın dışarıda çiçeklenmesini kendi başına karşılayışı gibi güçlü. Ve belki dünyaya geri döneceğiz Göze, kim ne diyebilir, ne bilebilir? 90’larla başladım, 80’lerle bitişi olsun o halde.)

Yorum bırakın