... · Hayat Gailesi

Karantina Konuşmaları: Ayrı Evlerden Yakın Sesler I

Funda Dörtkaş – Göze Orhon

Karantina nelere kadir?! Bu, cevabı hayli uzun bir soru ve belki ancak yıllar sonra hakkıyla cevaplanacak. Şimdilik anlatırsak, şöyle oldu: Başta neye uğradığımızı şaşırdık. Hepimiz kendi meşrebimizce karşıladık evde kalma fikrini. Sonra baktık, hiçbir şey çok da bildiğimiz gibi değil, hafif sallanıyoruz, sarsılıyoruz. İşte bu sıralarda, salgın ve evde kalmak üzerine okuduğumuz en gerçekçi yazılardan birini okuduk.[1] Salgın hali – ne hikmetse – yer yer yakınları uzak, uzakları yakın eden bir hâl. Bizimki de öyle oldu. Birbirini gıyabında tanımış iki insan olarak bir gece biraz konuştuk; o gün bu gündür de konuşup (yazışıp) duruyoruz. Bu metin de o sürmekte olan konuşmanın (yazışmanın) ilk parçasıdır işte. Yani bir nevi calı yayın!    

Başlarken:

Hadi bakalım 🙂 

Ya da 

Belki de. 

Kendimizi hiç zorlamadan. Olduğu zaman, olduğu kadar. 

Nedense, sevimli bir deney gibi de düşündüm bunu. İnsan temasının – en azından fiziksel boyutunun – bir felaketin nüvesi olduğu şu günlerde, birbirini neredeyse hiç tanımayan iki insan bakalım ne söyler. 

Funda:

“Kendimizi hiç zorlamadan”, “olduğu zaman, olduğu kadar” ve “birbirini neredeyse hiç tanımayan iki insan bakalım ne söyler” cümlelerinin aslında şimdilerde yeniden biçimlendirmeye çalıştığımız gündelik hayatımıza nasıl yerleştiğini düşünerek başladım diyebilirim. Özellikle son bir haftadır konuşurken ve yazarken “eskiden” kelimesini sıklıkla kullandığımı fark ettim. Kendimizi hiç zorlamadan karşılaştığımız eskinin, kendimizde yabancı, dilde ve eylemde öncesinden farklı bir tanışıklık aşamasındayız sanki, öyle miyiz? Neden tercih ettiğimi ya da hafızamın hangi odasında ne amaçla dolaştırdığımı ilk anda belirgin bir anlam kategorisinin içine sokamadım. Bir buçuk ay öncesinin, zamanın akışında eskimeye başladığını lakin bu gürültülü akışkanlığın ardında kendi sabitliğinde durduğunu kabul etmeye çalışsam da sanırım “olduğu zaman, olduğu kadar” kısmına varana değin kaygıyla yol ala her şeyin, (şimdiki zamana bahane değil) hafızadaki yerine yerleşme istencine odaklandığını anladım. Hafızamı geri çağırmak gibi ya da hafızayı anımsayarak korumak. Korkunun ve kaygının kaçış çizgisi mi? Buna bir nevi aklı ve ruhu koruma pratiği de diyebilir miyiz? Eskiden kastım melankolik geri çağırmayı kapsamıyor, “hatırlamanın” şu an, evdeki hayatımıza yeni bir oda açtığını hissediyorum. Tıpkı, bir ve biricik olan benliğin, “birbirini neredeyse hiç tanımayan iki insan” yani sen ve yine sen ne söylersin diye seslenmesi gibi. 

Göze:

Zamana ve belleğe dair bir sürü şey var burada… Şu “eskiden” meselesi. Bu salgının başladığı ilk günlerde, kuvvetli biçimde sezdiğim bir şey olmuştu: O da onulmaz bir özlem duygusunun, derin bir nostaljik muhayyilenin içine düşeceğimiz sezgisiydi. Nostalji ya da melankoli üzerine okuduklarımdan bildiklerimi aşan bir şey vardı sanki burada; o yüzden sezgi diyorum. Neden bilmiyorum, on yıl kadar önce okuduğun bir romandan parçalar hatırlamak gibi. Senin “eskiden” dediğin bana bu sezgiyi hatırlattı işte. Çok hızlı, çok sert, çok sarsıcı bir şey oldu. Sadece belli ikilikleri değil (ev/dışarısı ya da özel/kamusal vs. gibi), zamansallığı, zamanın kipini de sarstı, salladı. Kabaca, bir şeye geçmiş demek için üzerinden birkaç yıl geçmesini beklediğimiz bir zamandan, bir buçuk ay öncesine “geçmiş” diyebildiğimiz bir yere geldik. Bir buçuk ay öncesiyle bugün arasında koskoca bir şey duruyor çünkü; bir kırılma, bir gedik, adına ne dersen. Biz olan biteni rasyonel biçimde kavramaya çalışırken, kırılmanın farkında kopası psişelerimiz demek ki! Bu kadar kaygı verici bir oluş karşısında (biyografinin ya da zamansallığın daha geçmiş bir evresine) “rücu edeceğimizi” hep psikanaliz söylüyor hem de insanın nasıl olup da nostaljiye düştüğünü anlamaya çalışanlar. “Aklı ve ruhu koruma pratiği mi?” diye sormuşsun ya, bence evet. Hatırlamanın evdeki hayatımıza yeni bir oda açtığı da ne kadar güzel bir ifade bu arada… Güvenli ve tanıdık bir geçmişe (şenlikli arkadaş muhabbetlerine, uzun, geniş sofralara, hiç olmadı, çocukluğa) rücu etmeye meylediyoruz; çünkü bugünde ve gelecekte korkunç bir belirsizlik var ve her sabah buna gözümüzü açıyoruz. Bir nevi elindekini, biriktirdiklerini tutumlu biçimde kullanmak gibi. Hatta kendini bile. Son cümlen bana kendimi bile tutumlu biçimde ikiye böldüğümü ve son zamanlarda bazen kendi kendime konuştuğumu hatırlattı  Henüz delirmediğimi biliyorum ama; benimki daha çok kendime yarenlik!

[Yazarken müzik de buydu – sonra silerim 🙂 ] 

Funda:

Kendimize yarenlik meselesinin tam da bu yeniden “oluş”un merkezinde yer alması zamanın belirsizliğini, dahası akışkanlığını netleştirdi, dönüştürdü. Yatay-dikey zamandan ziyade bölünmüş zamanla tanıştığımızı, karşılaştığımızı düşünüyorum. Bellekle mücadelemizin zımni ve sinsi tarafı, hissedip anlatamadıklarımıza ayrı deneyim kazandırmış olabilir mi? Tuhaf bir tezatlık uzaktan bakınca. Belirsizlik ve netlik. Yakınına yaklaşınca, belirsizlik-netlik ikilisinin her şeyi yeniden “canlandırmaya” yönelik bir çabası olduğunu seziyorum. Senin bahsettiğin sezgi burada da devreye giriyor. Güvenli ve tanıdık olan dediğimiz; duygusu, amacı, yönelimi ne olursa olsun “rutin”i yerine yerleştiriyor. Tertip gibi düşünebiliriz. Toparlamak, katlamak, yerine koymak; canın istediğinde olduğu yerden almak, taşımak, paylaşmak. Dışta kalanı, içtekinin kabuğunda saklamak, zamanı geldiğinde kullanmak yani, o kabuğu özgür iradi bir seçimle kırmak. Kısa zaman öncesine kadar gündelik rutinlerimizin böyle bir niteliği hatta netliği vardı; varolanla, değiştirebileceğimiz arasındaki gücün bizde olduğunu bilmek muazzamdı. Oysa, sana yazdığım şu andan bakınca, gücün başka, görünmeyen, duyulmayan, aşina olmadığımız varlığın (salgına sebep olan virüsün) yetkesiyle sınırlandırılması, bizdeki önceliği “korunma” ve “korumaya” taşıdı. Bahsettiğin ev/dışarısı ve özel/kamusal ayrımındaki farklılık, -hatta eli arttırıyorum ev/eşya, biz/öteki, sosyal medya- ilişkilenme biçimlerimizi sınamaya başladı. Çoktan seçmeli bir sınavla karşılaştık tekrar; tereddüt, kötümserlik, güvensizlik, özbilinç/bilinçsizlik, duygulanım/ifade/aktarım, bağlamını henüz bulamadığımız söylem-eylem pratikleri geri dönüşümsüz sınavın değerler seti (konuştukça ekleyeceğiz muhtemelen). Buradan, önce eve mi uğrarız ne dersin?

[Dinlediğimiz şarkıların da nihayetinde sohbetimize katkısı yadsınmaz, sonra silmemeyi önererek yazarken eşlik eden şarkıyı ekliyorum 🙂 ]

Göze:

Sanki evde kalanlar açısından rasyonel zaman, o üçlü kip yer yer kayboldu. Tabi bunu kendi bulunduğum yerden söylüyorum. İşe gitmeyen, evden çıkmayan, gündelik vaktini kendinden başka birine bölmek zorunda kalmayan biri olarak. Öyle olunca, yani zamanın ölçüsü kapalı alanda, kendi devinimlerinden başka bir şey olmayınca, geriye sadece öznel zaman kaldı işte. Ağır, aksaklığı bile sezilemeyecek kadar kıyaslamasız, pür; çocukluk zamanına yakınsıyor, derdim, şayet kaygı olmasaydı. Bu da ayrı bir başlık olarak dursun burada. Bilahare ziyaret ederiz gibi görünüyor. Kaygı: Kaçarı yok. 

Hem hatırlamaya sarılmak hem de sanki bu – senin adına “tertip” dediğin – derleme, toplama isteği, hatta belki bu derleme, toplama halinin evcil versiyonları bile (ilk günlerde kitaplığı indirenlerden gardrop temizliğine girişenlere kadar bir dizi fotoğraf gördüğümü hatırladım şimdi), dışarıda olan, bütünüyle olağandışı ve denetleyemeyeceğimizi hissettiğimiz sarsıntıya verilmiş tepkilerdir belki. Dışarıda olan konusunda elimden bir şey gelmiyorsa, zihnimin içindeki birikintileri (hatıraları) ya da evin içindekileri (kitaplar, mutfak dolapları, giysiler) toplarım. Hem hatıraların hem de ev içinde toplananların dizge benzeri şeyler olmaları ne tuhaf, değil mi? Senin de değindiğin gibi, “önceki hayatta” sahip olduğumuzu hissettiğimiz değiştirme gücü, becerisi, kabiliyeti (adına ne dersen…) bugün elimizde olmadığında, bir de üzerine, dışarıda birilerinin düzenlemeye çalıştığı şeyin (bundan da pek emin değilim hoş, yani, düzenlemeye çalıştıklarından)  düzenlenemeyişine böyle handiyse grotesk görüntüler sayesinde şahit olduğumuzda, düzenleyebilme kudretine sahip olduklarımıza büzüşüyoruz gibi geliyor bana. Hatıraları sıraya sokmak, onlara bir dokunmak ya da belki bir bir dokunmak ile kitaplığı düzenlemek arasında pek fark yok sanki. Sevilay Hoca bahsetmiş; biraz da olan bitenle baş etmek için “kendini iyi ve mutlu” hissettiği zamanlara gittiğinden[2]. Çok da hoşuma gitti bu benzerlik; kendimi “sıkışmış” hissettiğim zamanlarda benim de yaptığım bir şeydir (ve o canlı hatırlama insana öykü bile yazdırır!). Tek bir boyutu yok elbette; olağandışılıkla baş etme, kendini güvende hissetme, iyice öznelleşen zamanla ne yapacağını bilememe falan gibi katmanları olan bir hal. 

Ve evet, elbette, olay evde cereyan ediyor. Bugün Tanju Gündüzalp yazmış, Zıtlar Mecmuası’nda, “salonu yıkıp balkona katma zamanı” diye, şimdiye kadar hep aksini yaptık ya. Hem kestirme, hem isabetli ve hem de çok hoş bir yolu gibi geldi ev içi/dışı meselesinin aldığı hali anlatmanın. Bu satırları balkonda yazıyor olmam da tesadüf olmasa gerek! Hasılı, uğrarız tabi eve ama ben şimdilik çok konuştum, bir dahakine. 

[Bu sefer şarkı yoktu, balkonda kuş sesi vardı ama silmeyelim şarkıları, tamam 🙂 ]

Funda:

Başka zamanın ve uzamın sezgisiyle kıyaslanamaz “yeni” halimizi tanımlarken “olağanüstü” diyorum sıklıkla, “diyoruz” da olabilir tabii. Çünkü karşılaşmayı tahayyül bile edemezdik. Kelimenin bünyesine eklenmek iyi geldiğinden mi kolaya kaçışın iç rahatlatan yanında durmak nefes aldırdığından mı bilmiyorum. “Eskiden” rivayet sayabileceğimizi, yegâne, o rivayetin büyüttüğü hakikat halinde taşımanın (hem bedenimizde hem ruhumuzda) öznelliği, kaygıyla beraber “buruklukla” örtüşüyor zihnimde. “Olağanüstü halin” koşar adım sözünü ettiğin çocukluk evresine kaçışını da buna bağlıyorum biraz. Telafi etme amacının şefkati. Duyguda ve akılda saklanırsak bizi arayıp bulmak isteyene dolabın içine saklandığımız tüyosunu verecek küçük ama fark edilir hareketleri çağrıştırıyor. Zamanın Kelimeleri’nde bahseder Tanıl Bora, olağanüstü kelimesini anlatırken: böylesi bir halin “diyalektik bilinci” olduğunu söyler. Tehlike vardır evet, keza öncesine benzemez bir tehdit. İktidar dolayımıyla anlattığı bu bölümü, geçirdiğimiz, hatta devamı da gelecek günlere ekliyorum. Duyularımızla hissedemediğimiz bir virüsün “iktidarını” inkâr etmek mümkün de görünmüyor. Kıyas götürmeyecek iki kutuplu, kefesi bizden yana olmayanında ağır basan terazide, dünyanın merkezine yerleşen tehdidin (ki sağlıkla ilgili olmasının yaşamla ölüm arasını buharlaştıran) kuvvetini deneyimliyoruz. “Olağanüstü”nün tehlikesini karantina günlerimize iliştirerek Tanıl Bora’nın söylediği gibi kabul ediyorum: bir hasmın hamlesini karşılamak ve ona ait kuvveti kendi kuvvetimize katmak. Düzenleyerek baş etmeyi, zihnimdeki bu parçalarla birleştirince “ideal” olanla ilişkimizin bozulduğu kanısına, “olağanüstü” olanın el koyduğunu düşünüyorum. Hatıraların otoritesine şartsız, koşulsuz boyun eğişimizin, belirsizlik karşısındaki sabırsızlığımızın, ev içi özdeksel ve tinsel “üretim” sürecinin, uzayıp giden “öneri” listelerinin, isteyip de yapamadıkça bir adım ilerleyememiş olmanın yarattığı “üretememe, yapamama” iç sıkıntısının, anormalliği normalleştirmeye çalışmanın, “sürdürmeye” gayretin güçlü, diğer bir otoriteyle baş etmek için olduğuna inanıyorum; korkunun baskınlığına kurban olmama. Dediğin “büzüşme” hali. Yaşamak, yaşayabilmek için. 

[Balkondaki kuşların sesinin yerini tutmasa da çalışma odasının sessizliğini bölmek için sana yazarken dinlediğim şarkıyı bir de birlikte dinleyelim istiyorum 🙂 ]

Göze: 

Şimdi yazdıklarını okuyunca şüpheye düşüp baktım; ben “olağanüstü” dememişim hiç. Israrla “olağandışı” demişim. Yazdıklarını okuduktan sonra gidip baktım Tanıl Hoca’nın yazdıklarına; bağışıklık kazanma, bir nevi “aşılama” esprisinin bugüne dair neler söyletebileceğine dair şeyler geldi aklıma ama bu metindeki istikametten tamamen sapmaktan çekindiğim için kendimi durduruyorum (yoksa epey kışkırtıcı söyledikleri). Biraz da “olağanüstü” kelimesini bugünlere ve siyaset(bilimi) evrenine kaptırmak istemediğim için belki. “Olağanüstü”nün bendeki çağrışımı, “olağanüstü hal”den daha çok Marquez’e yakın çünkü 🙂 

Biz bu metni yazmaya başladığımızdan beri, adına şimdilik “belleğe kaçma” diyeceğim şeyin çok sayıda örneğiyle karşılaştım ve sanırım burada anlatmaya çalıştıklarımdan daha inatçı bir çaba gerekecek bunu dile dökebilmem için. Hoş, bu konuda ne kadar “verimli” olacağım, onu da hiç bilemiyorum! Ben aslında insanın kaygı karşısında kendine çıkış yolu bulma dirayetinden, bunu yapma inadından epey etkileniyorum. Yani, ilk konuşmamızda senin isabetli biçimde hatırlattığın “çıplak vatandaş” olmama kararlılığından aslında. Çok uzak olduğumuz bir hal değil; düşünürsen, dünya yerinden oynuyor, o oyun ölmek ve hayatta kalmak kutupları arasında geçiyor ve biz evlerimizde tek başımıza oturmuş bunun korkusuyla baş etmeye çalışıyoruz ama soyunarak sokağa çıkıp koşmuyoruz da! Ben iyimser bir sosyal bilimciyim. Tüm bu olup bitende (bugünlerde biraz da kestirme biçimde yapıldığı üzere) otoriterleşme, atomize olma, (sosyal/biyolojik) kontrol vs. gibi şeyler sezmiyorum (evet, şu aşamada ancak sezilebilir çünkü, bilinemez). Sosyal ya da etkileşimsel olanda örüntüler, benzerlikler, izlekler saptamak daha kolay. Oysa bugünlerde etkileşimin de doğası değişti. Sosyal etkileşime ilişkin seçimlerimiz (büyük ölçüde) Twitter ve Facebook mavisi arasında, ton farkı düzeyinde. Yine de herkes kendi evinde otururken bile çoğumuzda ortak olan hatırlama, belleğe kaçma (ya da belki sığınma), nostaljiyi bir uyumlanma ve baş etme taktiği olarak kullanma halinde, insan olmaya dair bana müthiş direngen ve çok etkileyici gelen bir şey var. Direngen ve etkileyici olmasını sağlayan şey, uyumlanma potansiyeline içkin olan o müthiş güç. Bu arada, ben bu yazışmayı da aynı heyecan verici edimler dizisinin bir parçası olarak görüyorum. Bitirmeden bu eylemin kendisine dair de bir şeyler söylemek isterim sonra. Şimdi haklı olarak soracaksın; kaygı bunun neresinde? Aslında çoğu gün göğsümün ortasına oturup uzun saatler gitmeyen o sevimsiz ağırlığın adı kaygı. Ama burada kaygı konusunda bile iyimser olacağım. Bana öyle geliyor ki, tam da bu her gün tene değen kaygı, uyumlanma güdüsünü harekete geçiren.  

[Bu kez yazarken dinlediğim için değil, tüm bu yazdıklarım bana bu parçayı hatırlattığı için].  


[1] https://buceviriler.com/2020/04/12/karantina-guzellemelerini-birakin-bu-bir-ruh-sagligi-krizi/

[2] https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/04/16/de-bana-koca-dunya-senin-benle-derdin-ne/

Yorum bırakın