Tüple Dalmak

Yemekler, Kökler, Hayaletler

Erdoğan Özmen bir kitabında, bu kadar yemeye içmeye düşmüş bir toplumun bir nevi Lacancı oral döneme rücu ediyor olabileceğinden söz ediyordu. Her şeyimiz yemekle ilgili hakikaten. TV programlarından, tatil için yaptığımız planlara, arkadaşlarla randevulardan, bu kolektif yutma ve çiğneme hallerinin en masumunun kapısı olan “Akşam ne yiyelim?”e… Televizyona bakılırsa, yarışmacıların küfür kıyamet birbirine girdiği yemek yarışmaları da var, pastel renkli yemek kanallarında steril adamların bir dünya derdi yemek yapmakmış gibi yemek pişirdikleri programlar da. Chef’s Table biraz farklı ama. Temelde yemekle ilgili olup insana nadiren oral hazları hatırlatan/düşündüren yemek programı. Yemek programı demek de, programın arkasındaki fikre ve prodüksiyona biraz haksızlık etmek oluyor. Belgesel, daha doğrusu. Netflix’ten izleniyor. Sunucusu, gastro-pornografik jenerikleri, klişe ifadelerle bezeli bir metni yok. Her bölüm fikren birbirine benziyor, ama aslında hepsi farklı. Başka dertler de anlatma peşinde bir program.

Ben karışık bir sırayla izlediğimi sonradan farkettim. İzlediğim ilk bölüm kızını okutmak için Meksika’dan ABD’ye göçmüş bir kadınla ilgiliydi. Ikincisi, midesine düşkün olan pek çok kişinin yakından bildiği Kadıköy’deki Çiya Sofrası’nda geçiyor. Üçüncü bölümü de Tayland mutfağının orijinal tariflerine kafayı takmış genç bir kadını anlatıyordu. Tek tek bölümlerden bahsetmeyeceğim ama bir masanın başına oturulsa, her bir bölümden kallavi bir öyküden çıkacak kadar malzeme çıkar, üzerine de birkaç saat konuşulur. Birkaç bölümden biraz uzunca bahsetmeden geçemeyeceğim yine de. Chef’s Table aslında köklerle ilgili bir belgesel. Kök arayışıyla. Yemek o kökleri konu etmenin araçlarından biri gibi duruyor daha ziyade belgeseli çekenler açısından. Konu edilen şefler için ise yemek, o kökleri aramanın bir aracı. Kimilerinin spekülatif bulduğu, kimilerinin yakınmadan duramadığı geç modern dünyanın zamansallığında, o zamansallığın ele avuca gelmezliğinde, şeyleri elimizden kayıp gidiyormuşçasına deneyimliyor oluşumuzda, kök arama meselesinin bu kadar önemli hale gelmiş olması çok olağan da değil mi bir yandan? Yemek bir yana, aile dizimleri, spiritüel dönüşler, septiklerin tek tanrılı dinlere itibar etmek için çok geç olduğunu farkedip seküler inançlar peşinde koşmaları, devletin verdiği soyağaçlarına gönül indirmelerden tutun da, ev almalara, çocuk doğurmalara kadar gelin. Hepimiz kök salmaya, salamıyorsak kök bulmaya çalışıyoruz.

Kök arayışı çok da dallı budaklı bir iş öte yandan. Mesele insanın kendisine bir orijin tayin etmesinden, “bunlar hep varoluşsal” diye kestirip atmaktan daha karmaşık. Otobiyografiler, hatıralar, anlatılar yeniden yazılabilen şeyler. Hal böyle olunca, insanın varolma çabası, biraz da geriye dönük o anlatıyı elden geldiğince gözden geçirme çabası. Düğümlü yerleri açmak, kişisel bütünlüğü zedeleyen yerleri önce bulmak, belki sonra üstünden geçmek, hiç olmuyorsa yok saymak, farkında olalım olmayalım, her insanın sıradan edimlerinden. Chef’s Table’da da insan manzarası bundan pek farklı değil. Kök arayanlar, kökünü inkar edenler, yaşayıp da beğenmediği hayatın köküne kibrit suyu dökenler, bambaşka bir hayata geçenler, üzerindeki köklü yüklerden kurtulup feraha erenler… Biraz masal gibi. Ama abartmadan, büyütmeden, dramatize etmeden. Bu açıdan (klişe olmak pahasına) biraz da hayat gibi. Tam da bu yüzden, hayli insancıl.

Cristina Martinez, ailesinin zoruyla erken yaşta evlendirilmiş Meksikalı bir kadın. Bizim kokoreçin biraz daha meşakkatlisi gibi görünen barbarcao, çocukluğunda ailesiyle birlikte yaptıkları, hep beraber yedikleri bir yemek. Hikaye buraya kadar çok sıcak; sonra biraz serinliyor. Evlendikten sonra bir kızı oluyor. Kendisi okumamış ama kızı okusun istiyor. Kalkıyor ABD’ye, Philedelphia’ya geliyor. Burada bir barbacao dükkanı açıyor. Kendinden yaşça küçük bir adamla evleniyor. Dükkanı adamla birlikte işletiyor. Kendisi yasadışı göçmen konumunda. Yıllardır kızını görmüyor ama kızına para yollayabiliyor bu küçük dükkan sayesinde. Barbacao kökleri, ondan kopamıyor. Ama belli ki, bulunduğu yere yerleşmek, kök salmak da istiyor ki evleniyor. Meksika’nın küçük bir şehrinden kalkıp, genç sayılmayacak bir yaşta ABD gibi bambaşka bir dünyaya gelmiş (daha doğrusu para kazanmak için ilkin kendini sürgün etmiş) biri için yemekten alâ kök mü var? Kokuları, insanları, nesneleri taşıyamıyorsunuz ama yemeği ve onun ertafındaki etkileşimi gittiğiniz yere götürebiliyorsunuz.

Yemekle, havalı adıyla, gastronomiyle ilgilenenler, Albert Adria ismini herhalde duymuşlardır. Bir başka bölümde de onun hikayesi var. Onu duymayanlar, ağabeyi Ferran Adria’yı duymuştur en azından. Ispanya’nın en ünlü şefi; dünyanın ünlü şeflerinden biri. Ödüller, başarılar, Michelin yıldızları, sıralamalar, birincilikler… İşte Albert Adria da onun erkek kardeşi. Çok küçük yaşlardan beri ağabeyinin yanında çalışmış, ağabeyinin sahibi olduğu El Bulli isimli restoranı şimdi olduğu hale beraber getirmişler. Belgesel Albert Adria’nın bu hikayedeki derdini sezdirmenin bir çıt üstünde bir belirginlikle anlatsa da, anlaşılıyor ki zaman içinde boynuz kulağı geçmiş ama Ferran Adria o kadar ünlü, o kadar “cool”, o kadar dünyanın kendisi etrafında döndüğünü düşünüyor ki, ne bunun farkına varmış ne de farkına varanları umursamış. Kardeş Albert Adria’nın mutfakta yaptıkları “devrim” falan gibi kelimelerle anılıyor. Ama gelin görün ki, “babayı öldürememiş”. Bu yüzden onunkisi bir bağımsızlık mücadelesi. Bu meseleden anlayanlar, iki kardeşi birbiriyle kıyaslasa neler der, bilmem ama, burada anlatılan hikaye küçük kardeşin, büyük kardeşi aşma hikayesi. Aşma, tek başına varolma, rüştünü ıspat etme. Yani, yetişkinliğe erme yolunda olan bir çocuğun ebeveyni karşısında yaptıklarının aynısı. Uzun uzun El Bulli’nin kuruluşunu izliyoruz, Albert’in çocuk halinden, yetişkinliğe doğru yolculuğunu aynı zamanda. Ne zaman ki bağımsızlığını kazanıyor, gidip ağabeyinin restoranına zerre benzemeyen kendi restoranını açıyor. Albert’in bütün bir bölümdeki konuşmalarını birkaç cümleye dökseydik şayet, “Tamam, kabul ediyorum, köklerim burada ama ben başka bir yerde varolmak istiyorum” derdik herhalde.

Bir de Corrado Essenza var. Adından anlaşılabileceği gibi İtalyan. Tamamen serbest bir şekilde, adamın ismi İtalyanca “correre” demek olan “koşma”yı çağrıştırıyor. Ama Corrado’nun hayatında koşmanın, acele etmenin, bir yerlere yetişmenin esamesi okunmuyor, çağrışıma nazire yaparcasına. Öyle sakin bir adam. Iki nesildir kendi ailesinin işlettiği “Noto” isimli bir pastaneyi işletiyor Sicilya’da. Bir süre gitmiş, bir yerlerde dolaşmış, sonra dönmüş gelmiş aile yadigârına. Köke dönme fikrini imleyen yalnızca dönmesi değil ama. Yemek yemenin, tat almanın bir deneyim, köklerden, geçmişten gelip bugünde biçimlenen bir deneyim, hatta zaman zaman nerdeyse fragmantal, epileptik, handiyse saykodelik bir deneyim olduğunu Corrado’nun tatlı denemelerinin hikayeleri düşündürüyor bize. Adam çocukken, denizden çıktıktan sonra, ağzında henüz tuzlu suyun tadı varken, nevale niyetine sahile getirdikleri meyvelerin tadından bahsediyor. Bahsetmekle kalmıyor, “çocukkendenizdençıktıktansonrayediğinmeyvenintadı”’nın tatlısını yapıyor. Yani adeta dondurduğu bir geçmiş parçasını alıyor ve bir tat olarak bugüne taşıyor. Insanın çocukluktan bildiği bir hali, tadı, kokuyu, bir “yeni” içinde tasarlayıp bugüne taşımasının hazzını varın siz düşünün. Corrado’nun hikayesi, köke, kökene dönüş falan değil, bayağı bayağı onu yeniden, baştan ayağa bir “yeni” olarak inşa edilmesi hikayesi.

İşbu belgeselin izleyenini (özellikle de o izleyici bir kadınsa) en çok etkileyen, hatta belki yüzüne şefkatle karışık bir şamar atan bölümü Jeong Kwan ile ilgili olanı bence. Jeong Kwan şimdi 62 yaşında olan, 17 yaşında annesinin ölümünün ardından Güney Kore’de bir Budist Manastırı’na kapanan, o gün bugündür de aynı manastırda yemek yapan bir kadın. “Bir kadın” yazarken, bir parça elim titredi aslında; çünkü yaşadığı hayata, oradan da Jeong Kwan’ın bedenine sinmiş tevazu insana “Bu kadın insansa, insan nedir acaba?” diye sorduruyor. En azından bana sordurdu. Budist özlemlerim olduğundan değil; daha ziyade, hayatın bütün kısa süreli pırıltılarından, o pırıltıların cezbinden uzak durabildiği için. Kısa bir süreliğine New York’a gittiğinde, bir telefon zinciriyle konuk olduğu restoranın önünde kuyruklar oluşan, bütün yemek dünyasının aklını başından alan bir şef olduğu düşünülürse, şimdi olduğu noktanın pek de öyle kısa süreli bir pırıltı olmadığı da söylenebilir üstelik. Ama bunlar pek onun umrundaymış gibi görünmüyor. O daha çok hayattaki en tutkulu ilişkisini, o tutkulu ilişkinin yaklaşık kırk beş yıl sürmüş, sakinlemiş halini anlatır gibi yemek yapmakla ilişkisini anlatıyor. En çarpıcı yerini de daha söylemedim üstelik. Annesini on yedi yaşında kaybettikten sonra, çok acı çektiğini, olur da bir gün kendi çocukları da olur ve aynı kaybın acısını onlara da yaşatır mıyım diye düşündüğünden, anne olmaktan ölesiye vazgeçip manastıra gittiğini yani. Gel de şimdi Virginia Woolf’un “Ne hoş bir güzelliği vardır, hafif adımlarla, dünyadan gülümseyerek geçenlerin” dediğini hatırlama! Kök meselesinin harman olduğu hikaye de Jeong Kwan’ın hikayesi sanırım. Kökünü kaybettiği için, kök olmaktan ölesiye vazgeçişinden mi bahsedeyim, yoksa bunu yaparak ölesiye kök oluşundan mı? Annelikten vazgeçişi, yemek yaparak insanlara bakmakla ikame ettiğini söylüyor çünkü; içindeki anaçlığı insanları besleyerek doyurduğundan. Kısacası yemek yapmakla ikame edilmiş bir yaşama hevesi onunkisi. Öyle böyle bir ikameden, öyle basit bir kapanmadan da bahsetmiyoruz üstelik. 17 yaşından 62 yaşına gelene kadar, babasını bir kere görmüş örneğin. New York’ta bir restorana göz kırpsa, ortaya grotesk manzaralar çıkacak belli ki. O yüzden şimdi yukarıda sorduğum soruyu başka şekilde yeniden soruyorum: Böyle bir hikayenin öznesi insansa, hırslarından, inatlarından, zaaflarından, kötülüğünden, naifliğinden, kanıp gitmelerinden, intikam almalarından ibaret bildiğimiz insan nedir acaba? İşte bu sorunun iki kanadının arasına düşürüp bırakıyor insanı Jeong Kwan’ın hikayesi.

Ben birkaçını anlattım ama daha bir dünya bölümü var Chef’s Table’ın. Küçük, parçalı, çelişkili, mutevazı, kırılgan insan hikayelerini merak edenlere. Dahası, yaşamak uğraşının hülasasının o hikayelerde olduğunu düşünenlere…